Etiketler

İŞ-ler-İM

30 Ağustos 2008 Cumartesi

GÜNLER(im) - "ÖZELEŞTİRİ NESNESİ OLARAK "İŞ" NO:1"

Bu metin diğer sanatlardan söze başlamakla birlikte(edebiyat gibi), heykel ve onun uzantıları olarak gördüğüm,(en azından heykelsi tatlar aldığım için) Minimalizm, Yoksul Sanat, Kavramsal Sanat, Yeryüzü Sanatı, Fluxus, Happening, Eylemler, Vücut Sanatı, Gösteri Sanatı, Süreç Sanatı, video art, vs. başlıkları altında kategorileştirebileceğimiz alternatif teknikler ve malzemelerle üretilen işleri geleneksel anlamda üretilmiş resim ve heykele karşı olarak değil, onların içinden bakarak sorunsallaştırmaya çalışmaktadır. Zaten uzun bir geçmişe sahip olmayan plastik sanatlarımızın( özelde heykelin), hızla tüketilen enformasyon ve görsellik çağında üretilen organize form ve biçimlerle başa çıkabilmesi mümkün gözükmüyor. Çünkü çağdaş yaşam bir “şok”lar bütünü. Bu gürültü içerisinde sanatçının işi iyice zorlaşmaktadır.
Ne sosyolog, ne tarihçi, ne antropolog, ne sanat tarihçisi, ne psikanalist, ne de felsefeciyim. Sadece sanat yapmaya çalışan ve bunu yaparken küçük adımlar attığını düşünen heykel eğitimi almış sıradan bir insanım. Sanatın tarihine, felsefesine, sosyolojisine, vs. ait büyük lafları bu işin uzmanlarına bırakma taraftarıyım. Akademik anlayışa inanmakla birlikte, akademik bilginin -en iyi niyetli tarifiyle- bir ALINTILAR topluluğu olduğunu görmekteyim. Bu alıntılar topluluğunun bir noktadan sonra size bir yöntem ve denetleme/disiplin unsuru olarak dönmesi kaçınılmazdır. Özellikle akademik bir üye iseniz.
Kendimizden söz ederken, (çağdaş ya da güncel sanatla uğraş veren insanlar olarak) “iş”ler, nedenselliği üzerine zamandan ve mekandan kopmadan kendi eleştirisini yapmalıdır.
Sanatçılar, bizatihi sanat nesnesiyle alıntılar topluluğuna malzeme üretirken kendilerine dev bir özgürlük alanı açmış olurlar. Söz -verbal olan- diğerlerine kalır. Nesnenin bilgisi üzerine elinde sadece sezgi olduğunu düşünen sanatçı, bilgisine sözü-sözlü olanı bulaştırdıkça edebiyat yapmaya başlar. Cezanne’nin deyimiyle edebiyat bizim için tehlikeli olmaya başlar. Çünkü plastik değil, söyleyeceklerimiz ön plandadır artık. Büyük ustalar bunu gençlik hastalığı olarak görürler. Çünkü gençlerin söyleyecek çok şeyleri vardır ve biçimi feda edebilirler. Ne edebiyatçılarımıza ne de kavramsal sanat yapan(!) sanatçılarımıza taş atmak değil burada söz edilen, “edebiyat yapmak”tan kastedilen...!
Türkiyeli sanatçılar olarak özelde heykel ve güncel sanat üzerinden hareket edersek; bu gençlik hastalığını atlatabilmiş gibi durmuyoruz. Çünkü biçim, geleneksel olarak feda edilmiş durumdadır. “Sanat Eserleri”nin arkasında sürekli bir söz dağarcığı dolaşmaktadır. Plastik sanatların dili kendine aittir. O, dilini renk ya da formlarla kurar. Edebiyat dilinin sözcüklerle kurulduğu gibi.
Köklü bir edebiyat geçmişimiz var; Dede Korkut Hikayelerinden, Divan Edebiyatına, Cumhuriyet dönemi ve sonrası, bugüne gelen modern edebiyatımıza kadar, yazılan her sözcük edebiyat tarihimizde bir karşılık bulacaktır. Yazar, bir yol gösterici bulmak isterse, kendi edebiyat tarihine bakması yeterlidir. Bu coğrafyanın edebiyatçıları bunun farkındadır ve bu yüzden dünya şiirinde önemli bir noktadayız. Şiiri önemseyen her edebiyatçı, tarihsel dizge içerisinde, yazıldığı gün ne kadar geçmişte kalmış olursa olsun, sadece biçim gibi duran bir şiir çok katmanlılığı ile zamanı ve mekanı aşarak, şiir alanında nasıl bir savaş verdiğini bilir, yeni sınırlar çizer kendisine. Eskide bulduğu hakikat yada illüzyon yeni bir gerçeklik alanı açar şaire. Böylece şair ergenlik çağını atlatır. Ece Ayhan “sivilliği” böyle bir şeydir.
Edebiyatla değil derdim, daha çok alanımla bir hesaplaşmaya girişmek. Çünkü edebiyat, çok ciddi ve neredeyse su sızdırmayacak kadar sıkı özeleştirisini yaparken, neden bu paralellik yoktur plastik sanatlarda? Bu noktayı plastik sanatların bir özeleştirisi olarak görüyor ve kırıklarımızı yapıştırmamız gerektiğini düşünüyorum. En azından ahlak adına. Bu nedenlerle ileride tekrar dönmek üzere burada bırakıyorum edebiyat meselesini.
Plastik sanatlar geçmişimize bakıldığı zaman, resim (2 boyutlu) alanında bize yol gösteren örnekler bulunabilir. Hat, minyatürden tutun, Osman Hamdi Bey’den, İbrahim Çallı, Yüksel Arslan ve yeni kuşağa varıncaya kadar doğal olarak parmakla gösterilecek bir çok örnek bulmak mümkündür. Ancak uygulama üçüncü boyuta taşınca, inandırıcılık ve gelecek kuşakları peşinden sürükleyen sanatsal problematiklerin havada asılı kaldığı görülmektedir. Ahlat Mezar taşlarından yada Osmanlı Mezar Taşlarından daha gerilerden başlayamadığımız Osgan Efendi ile atılan ilk adımdan sonra, 3. boyutta sadece formun gösterdiği bir yolu, dili bulabilmek mümkün müdür? Kendinizi bir öğrenci ve sanat tarihimizdeki heykelcilerimizi öğretmenler yerine koysanız, bir öğrenci olarak hangi hocayı, ustayı, sanatçıyı seçersiniz? Hangisi size yol gösterecektir? Haksızlık da etmeyelim, sayabiliriz 3-5 isim. Ancak bu kadar mıdır?. Nerede o sanatçıyla hesaplaşmak?… O sanatçının hangi sanatsal sorusuyla boğuşacağız? Vermek istediğim örnek yine edebiyattan olacak; Ece Ayhan’ın Yahya Kemal’le hesaplaşması gibi bir durum bulabilir miyiz plastik sanatlarda?
Şadi Çalık’ın 1957’de yaptığı 6 mm çapında ve 120 cm uzunluğundaki “Minimumizm” Türk heykel sanatında dönüm noktası olarak değerlendirilirken 60’larda popüler olan Minimalizm’e vurgu yapılarak önemsenmektedir. Burada vurgu yapılan nokta minimalizmin kendisi değildir. Bu akımın kökeninin bizde olduğunu bildirmek istiyor gibiyiz dünyaya. Burada Çalık’ın genel sanat anlayışından öte bir durum söz konusudur. Çalık; “Minimumizm” adlı işini bir sanatsal sorun olarak ortaya koymuş olsaydı bir tane üretilmiş olamazdı. Sorun diğer işlerde devamını sürdürür, bu gün için bizlerin kavrayabileceği, hareket noktası olarak bir referans sayabilirdik. İş kendini inanılır kılardı. Bu noktada bugün üretilen herhangi bir sanatsal etkinlikte göreceğimiz minimal işin referansının bu coğrafyada bulunması mümkün gözükmemektedir. Kaldı ki minimalizmin ortaya çıkışında makine estetiğinin ve tüketim toplumunun doğrudan izi bulunmaktadır.


Resim 1 : Lavabolar ve minimalizm…

Organize olmuş formlarla başa çıkabilmek mümkün müdür?
1957’ler için Türkiye’de tüketim toplumundan değil söz etmek henüz refah düzeyini bile tutturamamış çalkantılı bir ülke koşullarından söz edebiliriz. Ancak burada başka bir sorunla karşılaşırız, Wittgenstein’ın dil ve dünya arasındaki bağlantıya gönderme yaparak devam edersek, sanatçının üretimlerine bir dil olarak baktığımızda, dilin ve dünyanın arasında bir tekabüliyet, uygunluk aranmalıdır.[1] “Dil” dışımızdaki dünya ile bire bir ilişki içindedir. Sanatçını yaşadığı çağ, dünya görüşü, toplumsal düzey ve kurduğu “dil” arasında bir uygunluk, tekabuliyet aramamız gerekir. Belki de, Çalık’ın işi için mistisizme vurgu yaparak konuşmalıyız. Kimbilir…?


Resim2 Donald Judd, İsimsiz, 1971














Resim3 Şadi Çalık,Minumumizm,1957










[1] Bkz. Ludwig Wittgenstein , Tractatus Logico-Philosophicus, Çev.:Oruç Aruoba, Metis Yay. 2006

Hiç yorum yok: