“Kayıtsızlık ile şiddet arasında diyalektik bir ilişki vardır.
Kayıtsızlık içinde yaşamak, şiddete yol açar”
ROLLO MAY*
Sanat yapmanın genel olarak iki temel kompleksinden söz edilir. Birincisi Mumya Kompleksi, diğeri Pygmallion kompleksidir. Mısırlıların Firavunlarını mumyalama sebebi, krallarının öte dünyada da yaşayacağı inancı nedeniyle ölmeden önceki var olan bedenlerine ihtiyaç duymalarıdır. Mumya kompleksi, sanatçının ürettiği sanat eseri sayesinde kendini sonsuza kadar yaşatacağını öngören, sanat yapma içgüdüsünü açıklayan bir psikolojik varsayımdır. “Meseleye hangi taraftan bakılırsa bakılsın, figüratif sanatlar, gerçekte dış dünyanın yerine bezerlerini geçirmek gibi psikolojik bir istekten kaynaklanır. Bir yanıyla narsizmdir, bir yanıyla maddi dünyaya bağlılığın ifadesidir. Andre Bazin, plastik sanatlarda yani Nietzsche’nin apollanikte yapılacak bir psikanalizin en sonunda Mumya komlepleksini bulacağını söylemektedir. Mısır Dini diyor Bazin, ölümü geride bırakmayı vücudun maddi bakımdan sürekliliğine bağlanmaktaydı. Ölüm Zamanın zaferinden başka bir şey değildir. Varlığın maddi görünüşlerini yapmaya bir şekilde saptamak, varlığı süre ırmağından çekip almaktır.”[1].
Pygmallion kompleksi ise; Ovidius tarafından anlatılan Pygmallion mitosu kaynaklıdır. Kendini gerçekleştiren kehanet olgusunu aydınlatmak için kullanılmaktadır. Pygmallion mitosu*, insanların gerçekleşmesini arzu ettikleri veya gerçek olarak algıladıkları bir şeyin, er veya geç gerçekleşeceğini belirten bir mitostur. Psikolojide daha ziyade benlik ya da kimlik oluşumunun kişiler arası etkileşime bağlılığı çerçevesinde kullanılan bu terim, sanatçının da sanat eseri yoluyla bir kimlik yada varoluş gerçekleştireceğini ifade etmektedir. Sanatçı ürettiği sanat eseri yoluyla onunla bir özdeşlik kurar ve kendi istediğini gerçekleştirdiği yeni bir alan açar.
1980’li yıllardan itibaren yaygınlaşan Anadolu’daki üniversiteler bünyesindeki bir güzel sanatlar fakültesinden ortalama 10 heykelci mezun edildiğini düşünecek olursak, aradan geçen aşağı yukarı 20 yıllık süreçte, yolda yürürken neredeyse bir heykeltıraşa çarpmamanız mümkün değildir. Nerede bu kadar heykelcimiz? Doğal olarak çoğu mesleğini yapmıyor. Yapmaya gayret edenler de sanatçı(?) paydasından nasıl yararlanacaklarının peşinde değiller, günü idare ediyorlar. Gününü kotarmaya çalışan bir insan geleceğe yoğunlaşamaz. Bir varoluş peşine düşmez. Total bir sanatçı tarifi üstünden bakılacak olursa, örneğin taşrada yaşayan bir şair** de aynı kefededir ve bir şairin kendini anlatmak için gösterdiği başkaldırı, isyan vs., yeni bir şiir dili yaratma çabasında yaşadığı derin yalnızlığı niçin bir heykeltıraşta göremeyiz. Hiç mi yaşadığı koşullardan şikayeti yoktur? Bu kayıtsızlık, neden şiddetle bir varoluşa itmez taşradaki heykelciyi?
Burada “kayıtsız şiddetsizlik”***in nedenini üç sebebe bağlayabilirim. Birincisi, Anadolu’daki G.S.F.’lerden mezun olan heykelcilerimiz bir meslek öğrenemedikleri için icra edemiyorlar. Bu mesleği icra etmek çoğunlukla , mimarlık yapmaya çalışan inşaat mühendislerinde olduğu gibi tali eğitimler almış insanların çabasında kaldığından, heykelcilik bir mesleksizlik olarak devam etmektedir. Belki de o yüzden bu kadar çok kötü mimarlık ve heykeltıraşlık ürünleri görmekteyiz. Yani heykele talep var ama uygulamacılar yetersiz.
İkincisi, heykel eğitimi almış ve bunu bir meslek olarak icra edenler, yukarıda anlatmaya çalıştığım pygmallion kompleksinde olduğu gibi olumsuz bir psikolojik davranış modeli geliştiriyorlar. Kişinin, bir süre sonra başkalarının (özellikle şu veya bu sebeple kendinden üstün gördüğü insanların) ona ilişkin beklentilerine denk düşen davranışlar sergilemesidir. Örneğin, bazı insanların suç işleyebileceği beklentisi ve onlara karşı suçluymuş gibi davranılması sonucunda onlar da kendilerini suçlu olarak görecek ve bir suçu işleyebilecektir. Başarısızlığını baştan kabul etmiş, kendine güveni olmayan heykelcinin kötü heykeltıraşlık örnekleri sergilemesi, beklentiler kötü olduğu için bilinçaltında bu beklentiyi gerçekleştirecek davranışa yol açması sanatçı için olumsuz bir pygmallion etkisi yaratmaktadır.
Üçünçüsü, sanat yapmak elbetteki insani bir olaydır. Dünyanın hangi köşesinde olursanız olun bu içgüdüler, kompleksler bir varsayım olarak sanat yapmaya doğru insanı yönlendirecektir. Her ne kadar sanata sanat denmesi 19. yy.la başlayan yeni bir olgu olsa da … Ancak taşrada plastik sanatlarla uğraşmak naif olamamanın ötesinde (ki naiflikte böylesi bir çağda, yalıtılmış, dünyadan bihaber yaşayarak resim yada heykel üreten, bunu bireysel bir ifade aracı olarak gören insan bulmak pek mümkün değildir.) izleyicinin gözünde hafif alaysıdır. Çünkü taşranın en zengini bir 4x4 arazi otomobiline sahip olmayı düşlerken, evindeki banyosunda hala kurna ile banyo yapmaktadır. Doğalgazlı, kombili evde oturan ve mahrem hayatında bulunan zevk artık geleneksel bile olamayan, günlük hayatını da kolaylaştırmayan, ancak kimse de görmediği için rahatsızlık hissetmeyen, neyi ne kadar gösterdiğiyle ilgilenen dolayısıyla zenginliği sadece gösterdiği kadarıyla zenginlik sayan, kendi içsel hayatını zenginleştirmeyi becerememiş, beceremeyecek insanlarla doludur. Ve bir zenginlik göstergesine henüz dönüşememiş bir ürüne ve onun üreticisine alaysı bakmaktadır. Bu anlamıyla heykeller daha çok kamu kurumlarının resmi ideolojiyi pekiştirmek adına kullandıkları anıtsal nitelikteki işlerle sınırlanırlar. Bu İşlerin çoğu ya merkezden hazır yapım gelir yada yapacağınız üç aşağı beş yukarı belli projeleri uygulamakla yükümlü olursunuz. Bunlarda da sanatçının bireyselliğini bulamazsınız. Dolayısıyla sanatçının bireyselliğini ortaya koyduğu işlerinde, yaşadığı coğrafyada ne hitap ettiği insanlar ne de alıcısı bulunan zenginler vardır. Sanatçı zihniyeti taşrada metropole uygun çalışır. Dışarıda, yaşamadığı bir duyarlılığın ürünleridir onlar. Tıpkı taşranın 4x4 arazi tipi bir binek aracına sahip olmayı düşleyen zengini gibi taşradaki heykelci metropolde ne gidiyorsa onu üretmenin düşünü kurar. Haksız da değildir. Ancak, bir duyarlılık ve hissediş olarak neden taşrayı anlatmaz, yani kendini anlatmaz taşradaki heykelci? Yada kendini neden bir restorandaki veya kafedeki şark köşesinin bir parçası, başka bir değişle kendisinin kendine yaptığı bir çeşit oryantalizm gibi gösterir? Batı olmaya çalışan, batı içinde doğuyu, doğu içinde daha doğuyu görmeye çalışan batı… Bunun temelinde “biz zaten bunları burada yapıyoruz” diyemeyen metropoldekiler de vardır. Burada Osmanlıdan beri süregelen ve Cumhuriyet ideolojisiyle de devam eden merkeziyetçi bir aydınlanma tavrının taşraya bakan yüzünde, vicdanını rahatlatmaya çalışan baş okşama ve aferin onaylaması bulunmaktadır. Taşrada yaşayan yarı aydın sanatçılarda köyden kente göç ederek büyük kent kültürünü tehdit eden ve değiştiren gecekondu kültürünün özneleri kadar üretken olamamışlardır. Olamazlarda. Onlar “büyük” şehirlere göç eden insanların varoluş şiddetinden yoksundur. Çünkü konformist ve taşrada seçkin duran hayatları vardır.
Kendine göre taşranın merkezinde duran (ister Diyarbakır, ister Malatya yada Erzurum vs olsun aslında hep aynı kasaba zihniyetini beslerler ve bu yüzden benim için İstanbul dışında her yer taşradır.) sanatçılarında şimdi şunu arıyoruz: özgün dinamiklerini oluşturmalarını, genel olarak Türkiye’yi besleyen bir ukalalık ve şiddetle kendi yalnızlıklarına gömülme pahasına, imkansız bir aşık olarak yaratıcı pygmallion olmak istemelerini bekliyoruz. Çünkü Pygmallion olmadan sonsuza kadar yaşayacağınız bir hayat kuramazsınız.
* Rollo MAY, “Aşk ve İrade”, Çev.:Yudit Namer, Okuyan Us Yay., 2008, İstanbul, S: 33
[1] Beşir AYVAZOĞLU, “İslam Estetiği ve İnsan”, Çağ Yay., 1989, İstanbul, S.33
* Öyküye göre Pygmallion, Kıbrıslı bir heykeltıraştır. Kötü anıları nedeniyle kadınlardan nefret eden Pygmallion, ölünceye kadar evlenmemeye yemin etmiştir.Günlerden bir gün, bir kadın heykeli yapmaya karar verir. Büyük emekler sonunda, fildişinden o zamana kadar yapılmış, en güzel kadın heykelini yapar. Heykel bakmaya doyulamayacak kadar güzel olmuştur ve Pygmallion sürekli heykelini seyreder, onu okşar, onunla oynar, konuşur ve nihayet heykeline aşık olur. Aşk tanrıçası Venüs'e yalvarır; heykeline can vermesini diler. Ve bir gün evine dönüp heykelini öptüğünde heykelinin canlandığını görür
** Taşrada yaşayan Şairlerin gösterdiği çabanın iyi bir örneği olarak Adana’da çıkan Heves dergisini incelemek yerinde olacaktır. Önerilir.
*** Bu kavram Rollo May’ e bir atıf olarak benim tarafımdan türetilmiştir. May, “Aşk ve İrade” kitabında kayıtsızlık ve şiddet arasındaki ilişkiyi modern sanatla ilişkilendirmektedir.
Bkz. Rollo May ,a.g.e., s:33
Yorumsuz iki tehlike
-
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi; ikisi de gazetecilik meslek
örgütleri olarak herkesi “sorumluluğa” davet ediyor.
8 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder